Prof.Dr. İlter Turan, Bilgi Üniversitesi

 

1970’li yıllarda su meselesi düzenlenen çevre konferanslarıyla gündeme gelmeye başlamıştır. Özellikle de 90’lı yıllarda su kaynaklarının bir çatışma aracı olabilme potansiyeli çok dillendirilmiştir. Gerçekte bir su sorunu var mıdır, yoksa su sorunu yapay bir şekilde gündemde öne çıkarılan bir konudur?

 

Esas itibariyle su sorununun gündeme getirilmesi uzak görüşlü bir endişenin ifadesidir çünkü dünyanın su stoku sınırlıdır. Halihazırda kullanılan su muhafaza sistemleri ve su kullanım biçimleri çerçevesinde bu stokun artan nüfusa yetmesi bir süre sonra mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla suyun daha verimli kullanılması, yeniden üretilmesi gibi çabalar üzerine eğilmek gerekiyor. Buna karşılık suyun büyük bir çatışma konusu olacağını ileri sürmek ve su savaşlarından söz etmek, insanların zihnini su sorunlarının ancak çatışmayla halledilebileceği gibi bir kalıba doğru itmektedir. Halbuki su sorunlarının halledilmesi aslında savaşla değil işbirliğiyle gerçekleştirilebilecek bir sonuçtur. Savaşmakla kullanılabilir su miktarını arttıramayız. İşbirliğine yönelmek için, önce her ülkenin varlığını sürdürebilmesi için asgari miktarda suya ihtiyacı olduğunu teslim etmemiz gerekiyor.

 

Asıl soru, her ülkenin asgari ihtiyacını karşılamasına nasıl imkan sağlanacağıdır. Burada, mevcut suların daha verimli kullanımı çok önemli bir konudur. Suyun kullanımı sanayide, tarımda ve şehir suyu olarak üç temel alanda yoğunlaşıyor. Mesela şehir sularının kullanımında su taşıma sistemlerinin daha az fireyle işlemesinin sağlanması, insanların su kullanımını azaltacak bir takım aparatların devreye sokulması ve kullanılan suyun arındırılarak muhtelif amaçlar için tekrar kullanılması söz konusu olabilmelidir. Söylenenler sanayi için de söz konusudur. Tarımdaki su kullanımında da önemli israflar vardır çünkü en etkin sulama sistemleri kullanılmamakta ve suyun büyük bölümü boşa akabilmektedir. Tarımda suyun cömertçe kullanılması, su kıtlığı yaratmanın yanında toprağın kıymetli elemanlarını alıp taşımak veya tuzlanma gibi başka sorunlara da yol açmaktadır. Tarımda suyu en verimli biçimde kullanan teknolojiler benimsenmelidir. Şimdi bütün bunlar imkan dahilindeyken su savaşlarından bahsetmek ve konuyu “mevcut yapılar içerisinde ben senden daha fazla su kullanırım ve bendeki suyu da senden esirgerim” gibi bir yolu izleyerek “bunu yapmak için de gerektiğinde savaşırım” demek, aslında insanları gereksiz ve isabetsiz bir zihni çerçeveye doğru itmektedir.

 

Anlattıklarım Türkiye’yi ve çevredeki ülkeleri yakından ilgilendiren konulardır. Türkiye su zengini olmamakla birlikte su ihtiyacını şimdilik az çok karşılayabilen bir ülkedir.  Bir yandan nüfusunun artması, diğer yandan iklim değişikliği, Türkiye’nin de su yetmezliği sorunuyla giderek daha fazla bir uğraşmak mecburiyetinde kalacağını bize göstermektedir. Denizden ters ozmos yoluyla su kazanmak, aslında belki içme suyu ve şehir suyu ihtiyacına cevap verebilir ama bu sanayi ve tarımdaki su ihtiyacını karşılamak açısından pahalı ve çoğu zaman uygulanması mümkün olmayan bir yöntemdir. Bizlerin toplumun tümünde, mevcut su stokunu daha iyi kullanmak için yöntemler aramamız gerekmektedir. Bunu planlarken de komşularımız nezdinde bütün suyu bizim kullanacağımız ve onlara su kalmayacağı türünden bir izlenim yaratmamamız gerekiyor.

 

Son 10 yılda su literatüründe işbirliğine doğru bir evrilme var. Bir de Ortadoğu hep su sorununda merkez konumdayken artık günümüzde iklim değişimi nedeniyle Batı Amerika’da ve Güney Avrupa’da da benzer sorunlar yaşanabiliyor. Su sıkıntısının dünyanın her yerinde görülmeye başlanması, sorunun çözümünün işbirliğine evrilmesine bir neden midir? Çatışmadan işbirliğine sürecine nasıl gelindi?

 

Bütün dünyada duyulan iklim değişikliği endişesinin de katkısıyla belki hemen her ülke bu konuda bir şeyler yapmak gerektiğinin bilincine vardı. İkincisi, su savaşlarının bir çözüm oluşturamayacağı, çünkü mevcut su stokunu arttıramayacakları belli oldu. Yani savaşta kullanabileceğiniz kaynağın çok daha azını suyun verimli kullanımına tahsis ederek savaşta kazanacağınız kadar sudan fazlasını kullanıma kazanabilirsiniz. Dolayısıyla su alanında işbirliğini vurgulamanın iktisadi veya kullanımdan kaynaklanan bir mantığı var. Belki bir hususu daha hatırlamamız gerekiyor. Su konusunda yeni çatışmalara ihtiyaç kalmaksızın bölgemizde zaten yeterince savaş cereyan etmektedir.

 

2011 itibariyle devlet olmayan aktörlerin de su kaynaklarına müdahalesi söz konusu oldu ve su bir stratejik araç olarak kullanıldı. Bu bir emsal oluşturur mu yoksa sadece o dönem ortaya çıkan bir durumdu?

 

Bir çatışma anında suyun stratejik bir kaynak olarak kullanılması mümkündür. Bu durum iki türlü gerçekleşmektedir: Belirli yerlerden suyu esirgeyerek kıtlık yaratmak ya da su tutma sistemlerine zarar vererek sellere ve afetlere neden olmak.  Her iki duruma da yakın zamanda Ortadoğu’da şahit olduk. Fakat bunun istisnai olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır. Yani normal otoritenin tesis etmesi halinde bu tür ümitsiz yollara başvurulması söz konusu olmaz.  İç çatışmalardaki sorumsuz kullanımlar bir yana bırakılacak olursa, Ortadoğu’daki ülkeler açısından esas sorun yeterli düzeyde su bulunabilmesi için ortak çabalara girişilmesidir. Burada belki henüz üzerinde durmadığımız bir konuyu daha hatırlamakta fayda var: Suyun varlığı yanında kullanılabilir nitelikte olması da gerekmektedir. Suyun sadece miktar olarak bulunması yetmemektedir, aynı zamanda kullanım amacına uygun derecede temiz olması da gerekmektedir. Bunun sağlanması bir dizi tedbirin alınmasını gerektiriyor. Akarsu boylarındaki kentlerin atıklarını arıtarak suya vermeleri, yine sulama sistemlerinin etkin kullanılarak gübreli suların nehre geri dönmesinin yavaşlatılması, sınai kullanımda nehre verilecek suyun mutlaka arındırılması bunun örnekleridir.

 

Su kaynakları ile ilgili bir hukuk oluşturulmaya çalışılıyor. Geçmişte ve günümüzde yapılan çalışmalar mevcut su sorunları çerçevesinde yeterli mi? Sorunların çözümüne cevap verebilecek nitelikte mi?

 

Suyla ilgili evrensel bir hukuk düzeni oluşturulması çok kolay olmayan bir iştir çünkü öngörülen her genel durumun çeşitli ülkelerde bolca istisnası olduğu için istisnai durumlara sahip ülkeler önerilen kural veya düzenlemeleri yeterli bulmuyorlar. Örnek olarak, Birleşmiş Milletler’in sınır aşan sular konusunda oluşturmaya çalıştığı mevzuata baktığımız zaman, daima aşağı çığır ülkelerini korumaya dönük, yukarı çığır ülkelerinin ihtiyaçlarını pek göz önünde bulundurmayan, ayrıca suyu daha önce kullanmaya başlamış olanları çok kayıran bir kurallaştırma çabası görürüz. Tabii o zaman da ülkeler böyle bir belgeye ortak olmaktan uzak duruyorlar. Buna benzer bir girişim deniz hukuku alanında da denendi. Dünyanın coğrafi haritası, doğal olarak deniz hukukçularının istediği mükemmeliyette değildi. Dolayısıyla çok sayıda istisnai durumla baş edilmesi gerekiyordu. Sonunda ortaya BM Hukuk Komisyonu’nun hazırladığı bir anlaşma metni çıktı. Tabii, bazı ülkeler, kendilerine diğerlerine karşı avantajlar sağladığı için, metni sahiplendiler. Bu düzenlemeden kayıpla çıkanlar da anlaşmayı imzalamadılar. Anlaşma, imzalamayan ülkeleri bağlamıyor. Kanımca, birçok diğer konuda da olduğu gibi, su konusunda da bölgesel anlaşmalar daha etkin bir çözüm oluşturacaklardır. Bu yolun izlenmesi, uluslararası ilkelerin tamamen göz ardı edileceği anlamına gelmiyor ama esas çözümün bölgesel anlaşmalarda olduğu gerçeğini gösteriyor.

 

Türkiye’nin su politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Türkiye sınır aşan sularla ilgili olarak farklı politikalar izlemektedir.  Örnek olarak Arpaçay üzerindeki Ermenistan’la paylaştığımız baraj, hasmane ilişkiler ortasında bile Sovyet döneminden kalma bir dostane işbirliği ürünü olarak dikkati çekiyor. Edirne’deki pirinç tarlalarını sulamak için Türkiye’nin geçmişte dönem dönem Bulgaristan’dan su satın alması yine makul bir yaklaşımın ifadesidir. Tabii esas sorunlu alanlar Dicle ve Fırat Nehirleridir. Burada özellikle Suriye’nin Fırat dışında ciddi bir su kaynağına sahip olmaması –Asi aynı derecede önemli değil- ve Suriye için bir hayat hattı oluşturması, Suriye’yi özellikle su konularında hassas ve bu hassasiyet nedeniyle de bir miktar asabi bir ülke yapmaktadır. Türkiye aslında komşularıyla arasında iyi ilişkilerin hüküm sürdüğü zamanlarda iyi niyetini gerek Suriye ile, gerek Irak ile işbirliği yollarını arayarak, bu amaçla ortak teknik komiteler kurarak, üç aşamalı planı gündeme getirerek göstermiştir. Fakat üzerinde anlaşmaya varılamayan nokta bu suların tahsisin mi, paylaşımının mı söz konusu olduğu hususudur. Türkiye bu konuda komşularıyla anlaşamamaktadır ama komşularını hiçbir zaman susuz bırakması da söz konusu olmamıştır. Türkiye, uluslararası su hukukunun gelişmesi konusunda, bu hukukun Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vermeyeceği düşüncesinden yola çıkarak ortak olmamıştır. Belki ihtirazi kayıtlar konularak bu düzenle daha fazla yakınlaşmak imkanı araştırılabilir.

 

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

 

 

Libadiye Caddesi No:54 Küçükçamlıca Üsküdar 34696 İstanbul / TÜRKİYE
SUEN © Türkiye Su Enstitüsü
Site Kullanım Kuralları | Bilgi Edinme